Category Archives: Tarihi Roman

Bernard Cornwell – Kış Kralı

Kış Kralı – Bir Kral Arthur Romanı- (The Winter King – A Novel of Arthur)

Bernard Cornwell

Phoenix Yayınevi

2004, Ankara

ISBN: 975-6565-65-9

509 Sayfa

Çeviri: Murat Başekim

Kuzey Avrupa Mitlerini özellikle severim ki içlerinde beni en heyecanlandıran Kral Arthur’dur. Ne zaman bir belgesel, bir yazı olsa hakkında tüm işimi gücümü bırakır takip ederim, okurum. Merlin, Camelot gibi Kral Arthur dizileri takip ederim. Bu kitap da uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. Baskısı yoktu ve ben tesadüfen Üniversitenin kütüphanesinde olduğunu görünce çok mutlu oldum. Hemen alıp okumaya başladım.
Kral Arthur üzerine sayısız teori var. Çoğunluğun kanaati bir Romalı asker olduğu yönünde ancak yine de tarihçiler net bir şey söyleyemiyorlar tüm araştırmalara rağmen efsaneden öteye gidemiyor ne yazık ki.
Kitap maalesef beni hayal kırıklığına uğrattı. Büyük bir merakla başladığım kitap hiç bir şekilde beni mutlu etmedi. Herşeyden önce çok karakter var, olaylar karmaşık, takip etmek güç. Aslında böyle kitaplar merak uyandırıcı olur ve bir solukta okunur ama maalesef bu kitap beni nasıl desem daralttı. İtiraf etmek gerekirse bir kaç bölümü atlamak zorunda kaldım. Zaman kaybı oldu benim için. Serinin diğer kitaplarını da haliyle okumayı düşünmüyorum. Ben kendime başka Kral Arthur romanları bulayım en iyisi. Sizin önerileriniz varsa lütfen yazın 🙂

2 Yorum

Filed under Bernard Cornwell, Tarihi Roman

İskender Pala – Şah & Sultan

Şah & Sultan

İskender Pala

Kapı Yayınları

2010, İstanbul

ISBN: 978-605-4322-37-4

390 Sayfa

Tarihi roman nedir? Tarihi roman denilince ne anlaşılmalı? Maalesef günümüzde okuyucular tarihi romanları birebir tarih olarak algılıyorlar. Sadece okuyucular mı? Eleştirmenler ve tarihçiler de buradan yola çıkarak “Böyle yazılır mı?” “Tarihte böyle şey olmamıştır” diyerek eleştiri oklarını yönlendiriyorlar. Bu anlamda İskender Pala’nın bu kitabı çok tartışıldı. Gerçekten de tarihi roman sadece bu nedenle bile yazılması çok zor bir tür. Can Dündar’ın Mustafa’sını anımsayın.

Öyle eleştiriyoruz ki tarihimiz söz konusu olunca şaşmamak elde değil. Bazı eleştirmenler tarihi kurgu roman adı ile bu türün kullanılması gerektiğini savunmuşlar. Ama zaten tarihi roman kurgu değil mi? Yazar yazdığı herşeye atıfta bulunsa, kaynak gösterse tez olur, makale olur, biyografi olur neticede bilimsel bir yazın türü olur. Kaldı ki İskender Pala kitabın sonunda bir kaynakçaya da yer vermiş. Tarihi roman tarihte yaşanmış bir olay yada kişi üzerine kurgulanmış bir roman türü. Benim de çok sevdiğim bir tür. Naçizane bir ilkçağ tarihçisi olarak da hiç bir zaman “Tarihte böyle şey olmadı” diye de eleştirmedim. Tarihi romanların daha çok yazılmasını da ayrıca destekliyorum, zira benim için en büyük katkısı örneğin İskender Pala’nın bu kitabında olduğu gibi daha önce ilgimi çekmeyen Çaldıran Savaşı’na ilgimi çekmesi oldu. Tarihi roman okurken gerçek tarihi verileri, kaynakları okumaya teşvik etmesi bir tarihi romanın en büyük özelliğidir. Elbette bazı okuyucular tarihi kolay yoldan öğrenmek adına bilerek yada bilmeyerek tüm yazılanları olmuş gibi algılayabilir. Ancak okuyucunun da bu nokta bilinçli davranması ve gerçekten merak ediyorsa bir de bilimsel kaynaklara göz atması gerekir. Bu sebeble ben kitabı bir tarihi roman olarak sevdim. Dili büyülü ve ahenkli ki ilk okuduğum İskender Pala kitabıydı.
Diğer bir tartışma konusu ise sünnilik – alevilik. “Sünnileri iyi alevileri kötü olarak göstermiş” denilmekte. Ben alevilik konusunda malumat sahibi değilim bu sebeble ancak subjektif olarak, bana göre objektif olduğunu söyleyebilirim. Çünkü ben sünniyim. Bu konu da dediğim gibi ne kadar objektif olmaya çalışsam da olamayabilirim. Bu konuyu alevilerin değerlendirmesi yerinde olur.

(Bu bölüm romanın içeriği ile ilgili detaylı bilgiler içermektedir)
Konuya gelirsek Yavuz Sultan Selim’in şehzadelik döneminden başlayarak Şah İsmail ile ilişkileri anlatılıyor. Bunu yaparken roman çok boyutlu olarak kurgulanmış. Bir boyut;  İkiz kardeşler Hasan ve Hüseyin ekseninde gelişiyor. Yolları ayrılan ikizlerden biri Şehzade’nin diğeri Şah’ın yanında (Son dönemde tarihi romanlarda bu ikiz metaforu çok sık karşıma çıkmakta örneğin Devşirme).
Diğer bir boyut hadım Kamber ekseninde ilerliyor. Çocukluğuna şahit olduğumuz Kamber’in hadım edilmesi ve sevgiyi araması romanın en vicdan sızlatan bölümleri.
Bir diğer boyut ise Şehzade, Şah ve Taçlı Hatun. Yukarıda belirtiğim gibi tarihi romanlar ne kadar kurgu olursa olsun yine de tarihsel verileri sunuyor ve konuyu arşatırmama vesile oluyor. Bu konulardan biri de Taçlı Hatun oldu. Varlığını ve üzerinde yapılan tartışmaları öğrenmeme vesile oldu. Taçlı Hatun’un Çaldıran Savaşı’na katıldığı  ve bir kaç gün ortadan kaybolduğu biliniyor. Ancak Osmanlı tarihçiler bunu Yavuz’un Taçlı Hatun’u esir aldı olarak aktarmış. Ancak Safevi tarihçileri ise bu durumun tersini söylemekteler. Roman da ise Yavuz’un Taçlı Begüm’ü esir aldığı, daha sonra da Yavuz Sultan Selim’e aşık olduğu anlatılmaktadır. Yukarıda belirttiğim gibi tarihsel gerçek böyle olmasa da netice de kurgudur merak eden benim yaptığım gibi araştırabilir. Taçlı Begüm ile ilgili yazılmış bir makaleyi okumak isterseniz burada.
(Uyarı Sonu)
Son bir not ise kapaktaki resim ile ilgili, çocukluğumuzdan beri bize Yavuz diye aktarılan resim aslında Şah İsmail’e ait.  
Sonuç olarak keyifle okuduğum bir kitap oldu. Ve beni bilmediğim bir konuda araştırma yapmaya yönlendirdi ve yeni şeyler öğreneme vesile oldu. Bir kitaptan daha ne isterim?
Yavuz Sultan Selim’in Tuğrası

12 Yorum

Filed under Tarihi Roman, İskender Pala

Arthur Phillips – Mısır Kâşifi

Mısır Kâşifi (The Egyptologist)

Arthur Phillips

Metis Yayınları

2007, İstanbul

ISBN:975-342-600-3

403 Sayfa

Çeviri: Aslı Biçen

Mısır Kâşifi’ni okumam uzun sürdü farkındayım. Sebebi çok çeşitli ancak en önemli nedeni sanırım ilk 100 sayfanın çok zorlayıcı olması. İki paralel metin var süre giden ve 100 sayfadan sonra bu birbirinden görece bağımsız gibi görünen metinler birbirini tamamlamaya başlıyor ve “hıı” diyorsunuz.

Kitabı çok merak ederek aldım ve büyük bir hevesle başladım. Ancak belirttiğim gibi ilk 100 sayfa ağır geçti. Bu kısmı atlatınca akıcı ve merak uyandırıcı bir hale dönüştü. Bu seferde benim kişisel bir takım işlerim nedeniyle uzun sürdü. Ancak netice olarak şunu söyleyebilirim ki benim gibi Mısır medeniyetini seviyorsanız okumanızı öneririm. Roman tam olarak tarihi roman yada polisiye türüne girmese de bu   tatlar var. Final ise şaşırtıcı.

Roman, Mısır’a I. Dünya Savaşının sonlarında bulduğu papirüslerde adı geçen kral Atum-Hadu’nun mezarını bulmak için kazı yapmaya gelen Mısır Bilimcisi (Eygptolog) Ralph M. Trilipush’un günlüğü ile başlıyor. Hemen arkasından ise romanımızın diğer kahramanı özel dedektif Harrold Ferrell’ın bir mektubu ile devam ediyor. Daha sonra bir Trilipush’un günlüğü, yazdığı ve ona gelen mektuplar, bir Ferrell’in yazdığı mektuplar şeklinde devam ediyor. Aslında sanırım şu an en zor kitap yorumumu yazmaktayım. Öyle girift bir girişi var ki ifade etmek çok zor olacak benim için. Netice olarak kestirmeden söylemek gerekirse. Zengin bir adam gayrı meşru çocuklarını bulması için bir ekip kurar. Avustralya’da yaşayanı bulmak için de bu ekip Harrold Ferrell’i tutar. Bu gayrı meşru oğlu bulmak için oradan oraya yol alır. Pek çok kişi ile görüşür. En son görüştüğü kişi onu Hugo Marlowe’a götürür. Ancak Marlowe da kayıptır ve bu sefer karşısına bizim Mısır Kâşifimiz Trilipush çıkar. Ona ulaşmak için Boston’a geldiğinde onun çoktan Mısır’a keşfe gittiğini öğrenir ve nişanlısı ile iletişime geçer. Yukarda bahsettiğim üzere dedektifin yazdığı mektuplar 30 yıl sonrasına ait olup bu nişanlının yeğeni ile yapılan yazışmalardır. Galiba sizin de aklınız biraz karıştı 🙂

Aslında evet başta biraz kafa karışıyor ancak sonra netleşiyor ve merak ettiren hoş bir romana dönüşüyor. Başta hayal kırıklığına uğramış olsam da sonrası için aynı şeyi söylemem. Zira ben de güzel bir tat bıraktı. Arthur Phillips’in bir diğer ünlü eseri Prag’ı da okumayı çok istiyorum.

Ve bu kitap nasıl okunur? Elbette böyle 🙂

7 Yorum

Filed under Arthur Phillips, Polisiye, Roman, Tarihi Roman

Indu Sundaresan – Güller Şöleni

Güller Şöleni (The Feast of Roses)

Indu Sundaresan

Literatür Yayınları

2009, İstanbul

ISBN: 978-975-04-0289-0

560 Sayfa

Çeviri: Nuran Birand Gözaydın

Bu son kitap ile Hint Ayımız sona erdi. Sevgili Özgür tamamlayamadı zira vatani görevini yapmak üzere Türkiye’ye geldi. Ona buradan sevgilerimi gönderiyorum ve hayırlı teskereler diliyorum.
Bir süre önce okuduğum Yirminci Eş‘in devamı niteliğinde olan kitapta yine  Hint – Moğol İmparatorluğuna gidiyoruz. İmparator Cihangir uzun süredir aşık olduğu Mihrünisa’ya kavuşur. Evlenirler, çıkar çatışmaları ve iktidar savaşları arasında aşkları dolu dizgin gider. Mihrünisa bu iktidar savaşlarına katılmaktan geri kalmaz ve zamanla yavaş yavaş güçlenerek, büyük bir etki sahibi olur sarayda. İmparator’un verdiği ayrıcalıklar ile tüm kıskançlıkların odak noktası haline gelir ve hile hurda ile baş etmek zorunda kalır. Tüm bunlar yaşanırken aslında sarayın en güçlüsü olan Mihrünisa yerine tüm dünya tarihine ismi yazılan Ercümend Banu sahneye çıkar. O halası Mihrünisa gibi hiç bir zaman sarayda bir güç elde edemez ama onun için yapılan Tac Mahal ile adı ölümsüzlüğe erişir. Bir yandan Mihrünisa’nın iktidar ve güç kazanma mücadelesini okurken diğer yandan Ercümend Banu için dünyanın en güzel eserlerinden Tac Mahal’i yaptıracak kadar yaşanan güçlü, tutkulu aşkın öyküsü Güller Şöleni.

Kitabın tek olumsuz noktası gereksiz yere uzun olması. Aslında biraz daha kısa olsa çok daha rahat okunurdu. Onun dışında daha önce de belirttiğim gibi tarihi roman severlerin kaçırmaması gereken bir roman.

2 Yorum

Filed under Indu Sunderasan, Tarihi Roman

Indu Sundaresan – Yirminci Eş

Yirminci Eş (The Twentieth Wife)

Indu Sundaresan

Literatür Yayınları

2004, İstanbul

ISBN: 975-04-0266-9

Çeviri: Nuran Birand Gözaydın

457 Sayfa

Hürrem’den sıkıldınız mı? Size Mihrünisa verelim… Şaka bir yana bu dizi yayınlanmadan önce Türk tarihinin en meşhur kadınlarından Hürrem’i hiç duymamışcasına yaşanan bu Hürrem çılgınlığı çok ilgimi çekiyor. Bir de diziye olumsuz tepkiler ilginç. “Böyle padişah olmaz” tarzı eleştirilere gerek yok zira bu bir dizi, belgesel değil.
Neyse kitabımıza dönersek Litaratür’ün tarihi roman serisinden çıkan kitap tarihi roman sevenler için biçilmiş kaftan. Bu türün tüm özelliklerini gayet başarılı bir şekilde birleştirmekte. Martta Sevgili Özgür ile yapacağımız  Hint ayına minik bir ısınma turu oldu. Hint ayında kitabın devamı niteliğinde kaleme alınmış olan “Güller Şöleni”ni okuyacağım.
Olaylar tahmininiz üzerine Hindistan’da geçiyor. Babür İmparatoru Ekber Şah’ın oğlu daha sonra taht çıkacak olan Selim (Cihangir) ile Mihrünisa’nın aşkı anlatılıyor. 
İranlı bir soylu Gıyas Bey, Şah Tahmasp’ın ölümünden sonra sarayda gözden düşmesi üzerine borçlarını ödeyemez hale düşünce ölüm ve hapishane arasında bir seçim yapmak durumunda kalır. Bunun üzerine kaçmaya karar verir. Ailesiyle birlikte değerli eşyalarını alarak bir ticaret kervanına katılırlar. Nereye gideceklerini bilmezlerken Hindistan’a giden kervana uymaya karar verirler. Kervana haydutlara saldırınca herkes bir yana dağılır. Gıyas Bey iki katır bularak Kandahar’a gider. Orada bir grup Afgan göçeri ile karşılaşırlar. Göçerler kendilerine katılmayı teklif ederler. Gıyas Bey’in eşi İsmet’in doğum yapmak üzere olduğu için teklifi kabul ederler. Bir süre sonra kızları Mihrünisa dünyaya gelir. Gıyas Bey umutsuzdur, ebeye verecek kadar bile paraları yoktur. Aylardır sakladığı çok az para ile kuvvet toplaması için karısına yemek almak için pazara gider. Pazarda tacir Melik Mesud ile tanışır. Melik Mesud Hindistan’a giden kendi kervanına katılmasını teklif eder. Hindistan’a varınca saraya takdim edilen Gıyas Bey yüksek bir memuriyet alır. Aradan yıllar geçer Mihrünisa büyür ve veliaht prensin gönlünü çalar, ancak Mihrünisa başkası ile evlenmek üzeredir.
Bu türü sevenlere tavsiye ederim.

17 Yorum

Filed under Indu Sunderasan, Tarihi Roman

Pierre Miquel – Çanakkale Çocukları

Çanakkale Çocukları (L’enfer des Dardanelles)

Pierre Miquel

Literatür Yayınları

2006 İstanbul

ISBN:  975-04-0310-X

362 Sayfa

Çeviri: Nuriye Yiğitler

Bende mi birşeyler var bu ara, yoksa üst üste mi geldi anlamadım ama bu kitabı da çok sevdiğim söylemeyeceğim. Literatür’ün Tarihi Roman serisini sevdiğimi her fırsatta belirtiyorum. Birbirinden güzel tarihi dönemlere ait romanlar okudum şimdiye kadar. Elbette içlerinde çok hoşlanmadığım bir kaç tane oldu, “Çanakkale Çocukları” da maalesef bu listedeki yerini aldı. 
Adından anlaşılacağı üzere Çanakkale savaşını anlatılıyor. Ancak karşı cepheden. Yazar oldukça nesnel davranmış. “Ne işimiz var, ne için savaşıyoruz” düşüncesi dile getiriliyor. Türklerin cesareti ise takdir ediliyor. Ben sadece savaşın öyküsünü okuyacağımı düşünürken, sık sık geri planda siyasilerin , generallerin, entrikaları,konuşmaları araya giriyor. Bu durum kitabın akıcılığını kesmiş. Savaşın anlatıldığı sayfaları okurken bir sonraki bölümde bir anda bahsettiğim üzere diyaloglarla bölünüyorsunuz. Bir diğer rahatsızlık uzun bir yolculuk süreci ile başlıyor kitap. Çanakkale’ye varmak pek kolay değilmiş.
En ilgimi çeken detay, sadece Anzaklar’ın değil, Senegalli, Hintli, Maurililer’in de savaşa katılmış olmaları. Nedense hep Anzaklar bilinir. Ama ben Senegallilere çok üzüldüm. Savaş zaten çok çirkinken, bir de ilgisi, alakası olmayan insanların bu uğurda ölmesi çok anlamsız.
Tolga Örnek’in Gelibolu’sunu izledikten sonra bu kitap hafif kaldı. Çanakkale şehitlerimiz rahmetle anıyorum.

5 Yorum

Filed under Fransız Edebiyatı, Pierre Miquel, Tarihi Roman

David Liss – Kahve Tüccarı


Kahve Tüccarı (The Coffee Trader)

David Liss

Literatür Yayınları

2004 İstanbul

ISBN: 975-04-0269-3

489 Sayfa

Çeviri: Ayşegül Gürsoy

Masada şaraptan daha koyu renkli ve dumanı tüten bir sıvıyla dolu iki toprak kase duruyordu. Loş ışıkta, Miguel kenarları hafşfçe dışa kıvrık kabı iki eliyle birden kavrayıp ilk yudumunu aldı. Bu esrarengiz içkinin yoğun, hemen hemen büyüleyici bir acılığı vardı; Miguel’in daha önce hiç tatmadığı bir lezzetteydi. “Bu sıradışı bir içki” dedi kadın. “Bira ve şarap adamın uykusunu getirebilir ama kahve onu ayıltır ve zihnini açar. Bira ve şarapta bir adamı sevdalandırabilir ama kahve onun şehvete merakını kaybetmesine neden olur. Kahve içen biri, sadece kendi işiyle ilgilenir. Kahve, ticaretin içkisidir.”
Miguel Lienzo’nun yerinde olmayı isterdim. Kahve ile ilk defa tanışmak muhteşem bir duygu olmalı. İlk kahveyi ne zaman içtim, kokusunu ne zaman duydum bilmiyorum. Kahve hep hayatımda vardı. O yüzden belki Miguel gibi geç tanışmak isterdim, o ilk anı doyasıya yaşamak için. Sanırım insanlar ikiye ayrılıyor kahve sevenler ve çay sevenler diye. İkisinin de taraftarları kendi içkisini savunuyor. Ben kendimi bildim bileli kahveciyim. Bana göre dünyadaki en güzel ilk üç koku içinde. (1. Bebeğimin kokusu; 2. Kitap Kokusu; 3. Kahve Kokusu)
Kahve, kökboyasıgiller (Rubiaceae) familyasının Coffea cinsinde yer alan bir ağaçtır ve bu ağacın meyve çekirdeklerinin kavrulup öğütülmesi ile elde edilir. Türk kahvesi ise telvesiyle ikram edilen tek kahve çeşididir.
Kahve’nin anavatanı olan Etiyopya’nın yüksek yaylaları, yabani kahve bitkisinin doğal olarak yetiştiği bölgelerde yerli halk bu bitkinin tanelerini un haline getirip bir çeşit ekmek yapıyordu. Meyveleri kaynatıldıktan sonra suyu içilmek suretiyle tıbbi amaçlı kullanılıyor ve “sihirli meyve” olarak adlandırılıyordu. Kahve, ünüyle birlikte hızla Arap Yarımadası’na yayıldı. 14. yüzyılda ise yepyeni bir keşif ile ateşte kavrulan kahve çekirdekleri, ezildikten sonra kaynatılarak içime sunuldu. Kahve’yi ilk olarak işleyip içmeye başlayan Yemen’deki sufi tarikatıdır. Buradan 1470’li yıllarda Aden’de , 1510’da Kahire’de 1511’de Mekke ‘de görülmüştür.
Yavuz Sultan Selim döneminde, 1517’te, Yemen Valisi Özdemir Paşa, Yemen’de içtiği ve çok sevdiği kahveyi İstanbul’a getirmiştir.
Kahve, kısa zamanda itibarlı bir içecek olarak saray mutfağında yerini aldı ve büyük ilgi gördü. Saray görevleri arasına “kahvecibaşı” adında bir de rütbe eklendi.
Saraydan konaklara ardından evlere giren kahve, İstanbul halkının kısa sürede tutkunu olduğu bir lezzet haline geldi. Satın alınan çiğ kahve çekirdekleri tavalarda kavrulup, dibeklerde dövüldükten sonra cezvelerde pişiriliyordu. İstanbul’a gelen Venedikli tacirler, çok sevdikleri bu içeceği Venedik’e taşıdı. Böylece Avrupalılar kahveyle ilk kez 1615’te tanışmış oldu. Önceleri limonata satıcıları tarafından sokaklarda satılan kahve, 1645’te açılan İtalya’nın ilk kahvehanesinde yerini aldı. Kısa zamanda sayıları hızla çoğalan bu kahvehaneler de; diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde yerler oldu. Kahve Paris’e 1643, Londra’ya 1651’de ulaştı. (Kaynak:Vikipedi)
Kitaba dönersek Avrupalıların henüz daha kahveyi tıbbi amaçlı kullandığı, 1650’li yıllarda Hollanda’da yaşayan yahudi tüccar Miguel Lienzo’nun öyküsü anlatılıyor. Borsada şekerin aniden düşmesiyle her şeyini kaybeden Lienzo’yu yıkımdan kurtarıp zengin edebilecek tek şey kahvedir. Yahudilerin Hıristiyanlarla ticaret yapma yasağı olmasına rağmen güzel ve çekici Hollandalı dul Geertruid Damhuis ile ortak olur ve kahve işine girer. Yahudi cemaatinden rakibi Parido ona çeşitli tuzaklar kurmasına rağmen Lienzo yol kateder. Ancak bir süre sonra Lienzo kimin dost kimin düşman olduğu konusunda şüpheye düşer. Hesaplarını yeniden yapar yola devam eder. Ya yok olacaktır ya da kazanacaktır. Bu işten ortalama bir sonuç çıkmayacaktır.
Ben çok sevdim. Bu David Liss’in okuduğum ikinci kitabı. Diğer kitapda Literatür Yayınlarından çıkmıştı Kağıt Komploları. Bu kitapda Kahve Tüccarı gibi 18. yüzyılda geçen borsa ve finans dünyası üzerine yazılmış bir tarihi roman. Liss’in akıcı anlatımıyla aslında pek de ilgilenmediğim borsa ilgi çekici bir hale geliyor. Her iki kitabı da tavsiye ederim. Ama benim gibi kahve tutkunu iseniz Kahve Tüccarı’nı özellikle tavsiye ederim, yalnız benim gibi siz ramazan ayını seçmeyin. Gündüzleri canım kahve çektiği için hiç okuyamadım.

Nasıl Okunur? Böyle

Meraklısına Not: Orucu yemedim. Fotograf iyi çıksın diye gündüz çektim, yiyip içmedim maalesef 🙂

“Kahve neşelenmek için, susuzluğu giderdiği ya da zevk verdiği için içtiğimiz şarap ya da bira gibi değildir. İnsanı daha fazla susatır, hiç bir zaman neşelendirmez ve dürüst olmak gerekirse tadı merak uyandırabilir ama zevk vermez. Kahve… çok daha önemli bir şeydir.” (sayfa 17)

6 Yorum

Filed under David Liss, Tarihi Roman

Jürgen Ebertowski – Devşirme

Devşirme (Knabenlasse)

Jürgen Ebertowski

Literatür Yayınları

2006 İstanbul

ISBN: 9750403835

381 Sayfa


Literatür Tarihsel Roman Serisini çok sevdiğimi daha önce bir kaç kez belirtmiştim. Farklı dönemlere ait tarihsel romanlarla her beğeniye hitap ediyor. Yabancı yazarlar için Osmanlıların Malta seferini oldukça ilgi çekici bir konu olsa gerek. Daha önce Literatür Yayınlarından çıkan ve benim çok beğenerek okuduğum Haç ve Hilal ile Devşirme’nin konusu aynı; Malta Seferi. Devşirme’nin farkı Osmanlı topraklarında yaşayanlar gözünden o dönem anlatılıyor, Haç ve Hilal’de Malta’da yaşayanlar daha ön planda.

Devşirme; Yannis ve Kosta isimli ikiz kardeşlerin devşirilme süreçlerini anlatıyor. Başta Osmanlılar’dan nefret eden ve ilk fırsatta kaçma yemini eden kardeşler zaman içinde hem yeni dinlerine alışıyor, hemde sağlam dostluklar kuruyorlar. İyi birer asker olarak kendilerini ispat eden kardeşlerin ayrı düşen yolları yıllar sonra kesişiyor ve Osmanlı Sarayında yaşanan padişah (II. Selim’in tahta geçmesi) değişikliğinden sonra iyi bir mevki elde ediyorlar.

Kitap oldukça akıcı, güzel kurgulanmış. Ancak çevirinden kaynaklandığını düşündüğüm bir yanlışlık gözüme çarptı. Romanda “Ulak yalnızca resmi telgraflar değil aynı zamanda Kenan’dan da bir mektup getirmişti.” diye bir cümle var. Telgraf Osmanlılar’da en erken -benim bildiğim kadarıyla- Tanzimat Döneminde kullanılmaya başladı. Yazarın ya da çevirenin böyle bir hata yapması bana gerçekten çok ilginç geldi.

Jürgen Ebertowski’nin eğitimi de oldukça ilginç asıl uzmanlık alanı Japon Dili ve Edebiyatı, ve bu kültürü temel alan romanları var. Berlin’de Türklerin yoğun yaşadıkları bir bölge olan Kreuzberg’de bir Aikido okulu işleten Ebertowski’nin sadece Devşirme değil, Antalya Bağlantısı, Dionysos Mirasçıları, Boğazın Altınları isminde Türkiye’de geçen romanları var. Daha çok polisiye tarzda yazan Ebertowski’nin Boğazın Altınları kitabı ilgimi çekti. Listeme daha sonra okumak için yazdım. Tarihi Roman sevenlere -şu telgraflı cümleye fazla takılmazsanız- okumanız tavsiye olunur.

Jürgen Ebertowski’nin diğer kitapları

Yorum bırakın

Filed under Jürgen Ebertowski, Tarihi Roman

Susan Vreeland – Artemisia’nın Çilesi

Artemisia’nın Çilesi

Susan Vreeland

Literatür Yayınları

2007 İstanbul

ISBN 978-975-04-0405-3

340 Sayfa

Literatür Yayınlarından harika bir tarihi roman daha. “Artemisia’nın Çilesi” erken barok dönemin İtalyan ressamı olan Artemisia Gentileschi’nin hayatını konu ediyor. Romanı çok severek okudum. Çok akıcı bir dille yazılmış. Konuda etkileyici olunca sayfalar su gibi aktı.
Artemisia Gentileschi’nin en önemli özelliği Floransa’da bulunan Accademia di arte del disegno’ya kabul edilen ilk kadın ressam olmasıdır. Bu o dönem için hiçte azımsanmayacak bir başarı. Artemisia 8 Temmuz 1593 tarihinde Roma’da doğdu. Babası Toscana’lı bir ressam olan Orazio Gentileschi’dir. Atölyede çalışan Artemisia’nın yeteneğini fark eden babası, ona çizim ve boyaların karıştırılmasını öğretti. 17 yaşında kitabın kapağında kullanılan resmini yaptı (Susanna and Elders). Resimde iki yaşlı adamın genç Susanna’ya tacizini anlatılır ve muhtemelen yaşadıklarının bir yansıması olarak bu resmi yapmıştır. 1612 yılında Artemisia’nın resim eğitimi için babası çalışma arkadaşı Agostina Tassi ile anlaşır. Ancak Tassi genç kıza tecavüz eder. İlk ilişkinin ardından evleneceğine ikna ederek bir süre daha kızla birlikte olan Tassi’nin evden bir tablo çalması ve evli olduğunu duyulmasıyla olay mahkemeye taşınır. Bir yıl mahkum olan Tassi’den çalınan tablonun geri alınması ile babası olayı kapatır ve Artemisia’yı Floransalı mütevazi bir sanatçı olan Pierantonio Stiattesi ile evlendirir. Çift Floransa’ya taşınır. Artemisia burada bir tablo siparişi alır. Medici ailesinin himayesine girer ve akademiye kabul edilir. Floransa’da Galileo ile dostluk kurar ve uzun yıllar bu dostluk sürer. Roma, Venedik, Napoli şehirlerinde çalışan Artemisia 1638 yılında, İngiltere’de saray ressamı olan babasının yanına İngiltere’ye gider. Babasının ölümünden sonra yarım kalan işleri tamamlayıp 1642’de tekrar Napoli’ye döner. Gerçekte 4 oğlu bir veya iki kızı olan Artemisia’nın romanda sadece tek kızından bahsediliyor. Kızına resim yapmayı öğretmeye çalışmasına rağmen kızı Prudenzia resimle ilgilenmeyerek evlenmeyi tercih ediyor. Artemisia’nın 1656 yılında öldüğü kabul ediliyor.

Judith ve Holofernes

Yaşadığı tecavüzden etkilenen Artemisia feminist bir sanat yaklaşımı benimseyerek konu seçimlerinde erkekleri öldüren kadın figürlerine yer vermiştir. Bazı eleştirmenler Judith ve Holofernes tablosunda Judith olarak kendini çizdiğini söylerler. Caravaggio’dan etkilenmiştir.
Barok dönem resmi benimde en sevdiğim dönemdir. Poussin, Caravaggio. Lorrain en sevdiğim ressamlardır. Artemisia’yı açıkçası bilmiyordum. Ama o da en sevdiğim ressamlar kervanına katıldı. Eğer sizde tarihi roman ve resim seviyorsanız okumanız tavsiye olunur.

Kendi portresi

2 Yorum

Filed under Susan Vreeland, Tarihi Roman

David Ball-Haç ve Hilal


Haç ve Hilal – Savrulan Yürekler

David Ball

Literatür Yayıncılık

2005 İstanbul

ISBN:975-04-0274-X

490 Sayfa

Çeviri:Ayşegül Gürsoy




Haç ve Hilal – Kavuşan Yürekler

David Ball

Literatür Yayıncılık


2005 İstanbul

ISBN: 975-04-0348-7

613 Sayfa

Çeviri: Ayşegül Gürsoy

Tarihi Romanları çok seviyorum… Literatür Yayınlarının Tarihi Roman serisine bayılıyorum. Haç ve Hilal 2009’un son ve benim 2009’da okuduğum en güzel kitabıydı. Kitap iki ciltten oluşuyor I. Cilt Savrulan Yürekler; II. Cilt Kavuşan Yürekler

İlk sayfadan itibaren akan, sürükleyen anlatımı ile oldukça kalın iki kitap bir solukta okunuyor. [Gerçi benim meleğim biraz uzun bir solukta okumama neden oldu 🙂 ]

Kitabın konusu bizlere de çok uzak değil… Roman 1552 yılında Malta’da başlıyor ve 1565 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın Malta Seferine kadar olan tarihsel dönemi kapsıyor. Üç gencin Nico, Maria ve Christien’ın kimi zaman ayrı kimi zaman içiçe geçen maceralarını anlatıyor.

Nico Malta’dan kaçırılıp önce Cezayir’de köle yapılır, daha sonra Turgut Reis tarafından saraya sunulur ve devşirme olur.

Nico’nun ablası Maria okuma yazma öğrenme aşkı ile yanıp tutuşur. Bu idealini gerçekleştirir ve hayatı baştan aşağıya değişir.

Christien cerrah olmayı ister ancak babası onu daha bebekken St. Jean Şövalyelerine adar. Sözünden dönemeyen Christien kendini Malta’da bulur.

Romanda en önemli mesaj önyargıların zamanla nasıl eriyip gittiği, nefret ettiğimiz insanı yakından tanıyınca nefretin yerini hayranlığın nasıl aldığı.

Müslüman ve Hıristiyan dünyanın çarpıştığı güçlü destansı bir roman Haç ve Hilal.

Kitapda beni en etkileyen bölümlerden birinden minik bir alıntı:

“Kovadan iki kez su içmeyi başaranlardan biri olan irikıyım adamı gözetliyordu. Adamın elleri kocaman ve pütür pütürdü. Ensesi kalındı, kolları adeta bir kas yığınıydı. Nico, onun bir nalbant olduğundan emindi. Hemen yanı başında yatan karısına ve bebeğine göz kulak oluyordu. Birden Nico adamın ikinci yudum suyu yutmadığını farketti. Adam öne eğilip suyu bebeğin ağzına bıraktı. Bebeğin suyu içmesine çok dikkat etmesine rağmen, bu kıymetli sıvının büyük bir kısmı bebeğin yanaklarından süzülüp gitti. Nico durumu iyice göremiyordu ama bebeğin çok hasta olduğunu düşündü. Bebek ne kıpırdıyor ne gözlerini açıyordu. Sonra adam dikkatini karısına yöneltti; kadın da yaralanmış gibiydi. Her hareket, kadının acıdan kıvranamasına neden oluyordu. Nalbant, karısının başını şefkatle dizlerine yasladı ve onu öper gibi yaptı.Kadın inleyip aksırınca kalan azıcık su da etrafa saçıldı.”

David Ball’ın diğer romanı Çöl İmparatorluğu da yine Literatür Yayınları tarafından basıldı. Bu kitabı da okumayı çok isterim.

2 Yorum

Filed under David Ball, Tarihi Roman